Sinema Yazıları
Alien Filmlerinin Şifresi
Yapay Zekânın Ölümcül Şafağı
Tarih: 25 Ekim 1979 - Perşembe
Yer: Amsterdam
Konu: Alien
1979 yılının güzüydü. Ridley Scott’un yönettiği Alien – Yaratık filmi 25 Ekim Perşembe günü ilk kez gösterime girecekti. O sırada demiryollarında çalışıyordum. O gün gececiydim. Vardiya 23.00’te başlıyordu. Birkaç gün sabredemedim ve 18.45 seansına Amsterdam’ın şehir merkezindeki Cineac Damrak sinemasına gittim. Film üzerimde inanılmaz derecede etkili olmuştu. Sabaha kadar bir ayağım arzda, bir ayağım uzayda çalıştım. Neredeyse tam 38 yıl sonra 12 Mayıs 2017’de İzmir’de dizinin altıncı filmi olan Covenant’ı ilk gösterime girdiği gün izledim. Arada kalan dört film için de Amsterdam’da aynı şeyi yapmıştım. Geleneği bozmadım yani.
Uzayda Çığlığınızı Kimse Duymaz!
In Space No One Hear You Scream – Filmin orijinal afişlerinde bu sözcükler yazılıydı. 4,2 milyon dolarlık mütevazı bütçeyle yapılan filmin başlangıç öyküsünü Dan O’Bannon yazmıştı. İlk adı Star Beast yani Yıldız Canavarı’ydı. Uzay Yolu ve Teksas Katliamı - Teksas Chainsaw Massacre karışımı bir film olacaktı bu. Yani kâinatın ücra bir köşesinde seyreden bir uzay gemisinde vahşi ve zeki bir yaratık içeride hapis olan astronotları teker teker avlayacaktı. Formüle son filmde katil maktüllerin içerisinde gizli esprisi de katılınca biraz Agatha Christie’nin en ünlü kitabı olan On Küçük Zenci’yi de andırmaya başladı. Gerçekten de çığlığınızı kimsenin duyamayacağı bir yerdesiniz ve altedilmesi müthiş zor bir yaratığın nefesi ensenizde.
Kimsenin böyle bir filmden pek beklentisi yoktu, ama film dünya çapında bir olay oldu, hızla kültleşti, milyonlarca Alien fanatiği yarattı. Arkasından çok daha büyük bütçelerle Yaratığın Dönüşü - Aliens, Yaratık 3 - Alien 3 ve Diriliş – Resurrection filmleri çekildi. Alien meraklıları darılmasın Alien vs Predator’u seriden saymıyorum. Sadece filmlerle kalmadı çizgi romanlar, oyuncaklar ve daha bir çok yan ürünle endüstri haline gelerek filmin oluşmasında katkısı olanları zengin etti.
Alien Cazibesinin Sırrı
Filmi böylesine fenomen haline getiren saik neydi? Kanı asitli, silikon bazlı bir yaratık hiçbir tuzaktan aşırı etkilenmeyerek etten kemikten astronotları teker teker avlayıp öldürüyor. Konu bundan ibaret. Yönetmen Ridley Scott o zamana kadar tek bir sinema filmi çekmiş. Filmde rol alan oyunculara bakalım: Kripto androidi canlandıran Ian Holm(Ash) dar bütçeli bir filmde Napoleon’u oynamıştı. Tom Skerritt’i (Dallas) şerif rollerinden, John Hurt’ü (Kane) Gece Yarısı Ekspresi - Midnight Express filminden, Harry Dean Stanton’ı (Brett), Bozgun - The Missouri Breaks’ten, Yaphet Kotto’yu (Parker ) bir James Bond filminden, Veronica Carwright’ı (Lambert) –Kuşlar – The Birds, Beden Kemiricilerinin İstilası - Invasion of the Body Snatchers filmlerindeki rolünden hatırlıyorduk. Hiçbiri tanınmış oyuncu değildi. Hele baş rol oyuncusu Sigourney Weaver (Ripley) bir tiyatrocuydu ve bu rolü biraz da boyu sayesinde kapmıştı.
Larva Projeyi Kurtarıyor
Gelelim O’Bannon öyküsüne: Yıl 2122. Altı astronottan oluşan mürettebatıyla uzayda yol alan bir yük gemisi olan Nostromo araştırma yapmak için bir astreoide iner. Burada gemiye girmeyi başaran bir yaratık yolculuğun geri kalan bölümünde personele terör estirecekti. Öykü yeterince muhkem değildi ve tekdüzeydi. Yaratığın gemiye girebilmesi için akla uygun bir yol bulunamamıştı. O’Bannon’ın yardımına arkadaşı Ronald Shusset yetişti ve ona yaratığın larva olarak astronotlardan birinin içine girmesi fikrini verdi. Bu küçük gibi görünen, ama müthiş olan fikir Alien efsanesinin oluşumunda çok önemli bir rol üstlendi. Şans perilerinin bir kıyağıydı adeta. Çünkü yapımcı firmayı ikna eden en önemli şey bu larvanın geliştikten sonra barınak olarak kullandığı insanın göğsünü parçalayarak çıkacağı sahne olmuştu. Öyküde Nostromo gemisinde altı erkek astronot vardı. Ekibe katılan senaristler öyküyü değiştirerek astronotlardan birini android, diğerini kadın yapmaya karar verdi. Bu kadınlardan biri Alien filminin ve gelecekteki üç ardılının ana karakteri olacaktı. Ripley isimli bu karakteri canlandıracak kişi ise yeteneği kadar uzun boyu sayesinde rolü kapan genç tiyatrocu Sigourney Weaver olacaktı.
Boy Önemli
Alien filmlerinde baş kadın oyuncu için boy önemliydi. Dünyayı kurtaran, o güçlü yaratığı alteden kadın tipi için uzun boy şarttı. Sigourney Weaver 1.80 m, son film olan Yaratık - Covenant’taki Katherine Waterston ise 1.82 boyunda. 2012’de yapılan Prometheus filmindeki baş kadın oyuncu Noomi Rapace 1.63 boyuyla bir istisnaydı, ama Ejderha Dövmeli Kız filmleriyle boylu poslu erkeklere kök söktürerek dünya çapında bir üne kavuştuğu için bu özelliği bir sorun olmadı.
Cazibenin Adım Adım İnşası
O dönemde çok başarı kazanan Star Wars filmi nedeniyle film stüdyoları uzayda geçen öykülere ilgi gösteriyordu. Bu da Alien hikâyesinin ilgi görmesi için artı puan oldu. Senaryo hazır olunca yönetmen aranmaya başladı. Senaryoda imzası olan Walter Hill ilk adaydı, ama nedense vazgeçti. Bu filmin Walter Hill versiyonunu seyretmek için neler vermezdim şimdi. Edgar Allan Poe öykülerini filmleştiren korku filmleri üstadı Roger Gorman’ın adı da geçti, ama yapımcılar filmin ucuz bütçeli görünmesini istemiyorlardı. B-kategori filmlerinin kült yönetmenine direksiyonu teslim etmediler. Dan O’Bannon filmi kendi yönetmek istedi, ama yapımcılar izin vermeyerek çok doğru bir karar aldılar. Ardından Ridley Scott adı gündeme geldi. Scott o sıralarda Cannes’te gösterilen ilk filmi Düellocu - The Duellists ile ilgi çekmişti. Bunun dışında binlerce reklam filmine imza atmış bir yetenekti.
Necronomicon Damgası
Scott en yeni senaryoyu okurken kafasında bazı sahneler canlandı ve sahne çizimleriyle öyküyü oluşturmaya başladı. Kendisi bir Stanley Kubrick hayranıydı. 2001 Uzay Macerası – 2001 Space Odyssey filmine benzer gerçekçi bir atmosfer yaratacaktı. Tek sorun yaratığın tipiydi. Nasıl bir tip en etkili sonucu yaratacaktı? Scott bunu düşünürken Dan O’Bannon İsviçreli çizer Hans Rudi Giger’ın Necronomicon albümünü getirdi. Genç yönetmen çizimleri görür görmez aradığı şeyi bulduğunu anladı. Alien filmini ünlü ve unutulmaz kılacak bir adım daha atılmıştı. Şans perileri bu filmi destekliyordu. Yaratık Giger’a emanet edilmişti. Son olarak geminin içi, dışı, indikleri gezegeni tasarlanması işi daha önce Star Wars dizisinin dördüncü filminde tasarımcı olarak çalışmış olan Ron Cobb’a verildi.
Bebek yaratığın göğüsü yırtarak çıkışı sahnesinin çekilme anına kadar bu yaratık oyunculardan gizlendi. Göğüsü yırtarak çıkacağı anlatılmadı. Bu yüzden o unutulmaz sahnede oyunucuların yüzünde beliren şok ifadeleri son derece gerçekçi oldu. İzleyici için de aynı teknik kullanıldı. Afişlerde yaratık resmi kullanılmadı. Film boyunca da yaratığın tam olarak neye benzediği ancak gerilimin en yüksek noktaya çıktığı anda gösterildi.
Alien Kültü
Alien filmi seyirci üstünde inanılmaz bir etki yarattı. Sinematografik başarı ve yaratık tasarımının mükemmelliği öyküyü aşmış ve bu etkiyi yapmayı üstlenmişti. Öykü vasattı, ama yaratığın doğal döngüsü iyi bir buluştu. Alien bilimkurgu ve korku türünü birleştirip, ikisinin de en uç noktasını yakalayabilmişti . Seyreden herkes filmde bir yaratıktan öte şeyler gördü. Yaratığın gemiye larva şeklinde girişi, gögüsten beklenmedik bir şekilde deriyi eti yararak çıkması, yaratığın mükemmel dizaynı, Cobb süper gemi ve gezegen dizaynı, oyuncu seçimindeki isabetlilik ve de Ridley Scott’un harika yönetmenliği bu süper sonucu meydana getirmişti.
Aliens
Alien filmi 2122 yılında geçiyordu. Serinin ikinci filmi olan Aliens’ı 1984 yılında çektiği Terminatör filmiyle dünya çapında ünlü olan büyük yönetmen James Cameron çekti. Cameron öyküye yapımcıların arzusu nedeniyle askeri unsurlar ekledi. Öykü yaratık açısından daha bir meydan okuyucu olmuştu, Cameron sinemotografik başarısı bunu kat kat geçti. Olay birinciden 57 yıl sonra 2179’da geçiyordu. Filmde Ripley yanında silahlı askerlerle yaratığın ilk kez görüldüğü gezegene gidiyor ve yaratıklarla kıyasıya mücadeleye giriyordu. Sonuç muhteşemdi. Aliens unutulmaz bir bilimkurgu, aksiyon ve korku filmiydi. Yekpare bir uzay macerasıydı. Bu filmi izlediğimde Terminatör filmlerinden tanıdığım yönetmenin sahne kurma becerisine ve sinematografik anlatımındaki benzersizliğe hayran olmuştum.
Alien 3
Alien 3 ittifakla serinin en zayıf filmi kabul ediliyor. Yapımcı ve dağıtımcı senaryoyu beğenmemişti. Zor Ölüm 2 - Die Hard 2, Elm Sokağında Kâbus - A Nightmare on Elm Street 4 filmlerinin yönetmeni Renny Harlin bir yıllık hazırlıktan sonra projeden vazgeçtiğini söylemişti. Yıl 1992’ydi. İlk iki Alien filminin ünü hâlâ sürüyordu. Sonunda yapımcı firma yönetmenliği müzik klibi yönetmeni olan David Fincher’e verdi. Sonraki yıllarda Dövüş Kulübü - Fight Club ve Yedi - Seven gibi kült filmlere imzasını atacak olan Fincher elverişsiz şartlarda umulandan daha iyi bir iş çıkardı, ama film Alien efsanesine pek bir şey katmadı. Filmde yirmi beş kişilik nüfusu mahkumlardan oluşan bir gezegene düşen Ripley, eski bir fabrikayı andıran mekânda silahı olmayan mahkumlarla yaratığı alt etmeye çalışacaktır. Filmdeki takvime göre yıl ikinci filmle aynıydı. 2179’du.
Varan 4:Alien - Diriliş
Serinin dördüncü filmi Alien Resurrection’da yönetmen Şarküteri - Delicatessen, Kayıp Çocuklar Şehri - The City of Lost Children filmlerinden tanıdığımız Jan Pierre Jeunnet’ydi. Fransızların egzantrik yönetmeni Jeunnet birçok yeniliğe imza atarak farklılaşmaya çalıştı. 1997 yılının ilgi çeken filmlerinden biri oldu ama ilk iki filme yetişemeyen bir performans sergilenmişti.
Aradan 200 yıl geçmiştir. 2379 yılındayız. Alien 3’te ölen Ripley, bu bölümde klonlanarak hayata döndürülüyordu. Yaratıkla etkileşime girdiği için üstün güçler kazanan Ripley, laboratuvar vazifesi gören bir uzay gemisinde bir grup korsanla birlikte yaratıklara karşı ölüm kalım mücadelesi veriyordu.
Aslında şunu da belirtmek istiyorum. Birinci ve ikinci filmlerde sinematografik üst düzey, mükemmel dizayn ve iyi oyunculuk bu tür bir öyküye verebileceği en üst performansı sunmuştu. 1979 yılındaki CGI teknolojisi, görsel efekt kalitesiyle 2012 ve 2017’de yapılan filmler arasında çok fark var. Son filmlerde en gelişmiş görsel efektler bizi yaratıklarla burun buruna getiriyor. Gerçeklik duygusu müthiş. Ayrıca yine teknik nedenlerle ilk dört Alien filminde tarih olarak daha ilerideki yüzyıllarda geçmesine rağmen rol alan androidler kapasite olarak öncekilerden daha geridir.
Geçen zamanda film tekniğinin çok gelişmesine rağmen astronot avlayan yaratık öyküsü geliştirilmedikçe artık daha iyi bir film çıkamazdı. Ridley Scott bunu 5. ve 6. Filmlerde yapmayı deneyecek ve özellikle Prometheus’ta başarı kazanacaktı.
Prometheus
Prometheus, Alien serisinin beşinci filmi. The USCSS Prometheus adlı gemi 2091 yılında yola çıkar ve 2094 yılında hedefi olan LV-223 adlı aya iniş yapar. Tarihlerden anlaşıldığı üzere bu film ilk dört filmin yaşandığı zamanlardan önce geçmektedir. İlk dört filmin kadın kahramanı Ellen Ripley 2092 doğumludur örneğin. Filmin kadın kahramanı Elisabeth Shaw (Noomi Repace) ve partneri Charles Holloway iskoçya’da bir mağarada 35 bin yıl önce çizilmiş bir yıldız haritası keşfeder. Bu haritaların benzeri bütün kültürlerde mevcuttur. Bu haritada işaret edilen yer sözümona tanrıların, kendi genetiğini yeryüzü sularına karıştırarak Homosapiens’n ortaya çıkmasına katkı sağlamış olduğu tahmin edilen kimselerin ikamet yeri olduğu düşünülmektedir.
Yolculuğu finanse eden milyarder Peter Weyland iyice yaşlanmış bir durumda bu maceraya katılmıştır. Amacı tanrılar, namı diğer mühendisler dediği kimselerden ölümsüzlüğün sırrını öğrenmektir. Astronotlar indikleri ayda araştırma yaparken bir seri sorunla karşılaşır. Homo Sapiens’in oluşmasına katkıda bulunmuş devimsi yaratıklardan biri Peter Weyland’a iğrenç bir böcek gibi muamele ederek merakını giderir. Peter Weiland’ı bir vuruşta ölümcül yaralar. Android David’in de kafasını koparır. Bunun ardından arzı endam eyleyen klasik Alien yaratığı dev yapılı mühendis de dahil herkesi öldürür. Geriye Elisabeth Shaw ve android David kalır. Onlar filmin sonunda bir gemiyle mühendislerin yaşadığı gezegene doğru yola çıkarlar.
2.0 Nerede?
Arkalarında bir demet soru işareti kalmıştır. Şu sıralar çok konuşulan Avatar Projesi, bilinci harddiske indirmek çabaları, yarı makine insanlar 2094 yılında tuhaf bir şekilde mevcut değil. Ayrıca kimse Google’dan ya da anlı şanlı Homo Deus’tan söz etmiyor? Ray Kurzweil yanıldı mı yoksa? İnsanlık 2.0 nerede? Hani 2045’te insan zihni hard diske indirilecekti? Peter Weyland’ın 2023’te yaptığı konuşma ve dev yapılı mühendisle icra ettiği diyaloğun filme dahil edilmemesi de merak uyandıran noktalardan biridir. Filmden çıkartılan sahneye bir göz atarak bu soruların arkasından el sallayalım.
Peter Weyland Ölmek İstemiyor
Android David Peter Weyland’ın sözlerini dev mühendise tercüme eder.
David, “O ölmek istemiyor. Senin, tanrıların kendisine yardım edeceğini düşünüyor.”
Mühendis, “Daha fazla hayatı hak edecek nesi var? Onu yücelten şey ne?”
Peter Weyland, David’i gösterir. “Şirketim bu adamı yarattı. Onu suretimden yarattım. Mükemmel olması için. Asla başarısız olmaması için. Bunu hakediyorum. Çünkü sen ve ben üstünüz. Biz yaratıcıyız. Biz tanrılarız. Tanrılar asla ölmez.”
Mühendis David’in kafasını kopartır. Çok yaşlı olan Weyland’ı da yere fırlatır. Ölmek üzere olan Weyland, “Onlardan öğrenecek bir şey yok.” der.
David’in kafası kopmasına rağmen bilinci yerindedir. Ona hak verir ve “Biliyorum.” der ve ekler. “İyi yolculuklar.”
Bu sahne bize kaçınılmaz olarak Bakara suresindeki bazı ayetleri hatırlatır.
95: Oysa onlar önceden kendi elleriyle yaptıklarından dolayı onu (ölümü) hiçbir zaman temenni etmeyeceklerdir. Allah, zalimleri bilendir.
96: Ve onları, hayata karşı insanların en hırslısı bulursun. Ve (hatta) o şirk koşanlardan herbiri şâyet bin sene ömürlendirilse, (yaşamayı) ister. Onun ömrünün uzatılması, onu azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah yaptıklarınızı en iyi görendir.
Altıncı Alien:Covenant-Antlaşma
Açılış sahnesi filmin gidişatı ve finali hakkında çok şey ifşa ediyor. Trilyoner Peter Weyland (Guy Pearce) kendi imalatı olan androidle bir duvarı yekpare cam olan ultra lüks salonunda konuşmasıyla açılıyor. Weyland androidi test ediyor.
“Bir adın var mı?”
David salonda bulunan Mikelanj’ın Davut heykeline bakar ve “David (Davut)” der. Mikelanj’ın 1504’te bitirdiği ünlü heykelde Davut’un Golyat’la çarpışmaya karar verdiği ân canlandırılmıştır.
Peter, David’ten bir şey çalmasını ister.
“Kimden?”
“Wagner.”
“Hangi parçası?”
“Sen seç?”
David bir parçayı çalar. Peter bunun ‘Tanrıların Walhala’ya girişi’ olduğunu söyler. David hemen ardından “Seni kim yarattı?” diye sorar.
“Çağlardır süre gelen bir soru. Bu cevabı birlikte arayacağız. Yaratıcılık, bilim, teknoloji, bu sorunun yanında önemsiz kalıyor. Biz nereden geldik? Moleküllerin rasgele çarpışmasından oluştuğumuza inanmıyorum. Beraber bulacağız evlat.”
“Sen kendi yaratıcını arayacaksın. Benimki ise gözümün önünde. Sana hizmet edeceğim. Sen insansın, öleceksin. Ben yaşayacağım.”
Peter bu yoruma bozulur ve ona konumunu hatırlatır. “Bana çay koy.”
David gelir ve çayı doldurur. Bunu yaparken Golyat’ın, yapay zekâ üreten zekânın yani Homo Sapiens’in Ağası’nın işi bitmiştir. David yaratıcısını ve hatta kendisini yaratanın meydana gelmesinde hayati bir katkısı bulunduğu varsayılan soyu kurutmaya azimlidir.
600 Yıl Sonra
Yıl 2104. Mişelanjelo’nun Davut heykelini bitirmesinden tam 600 yıl sonrası. Uzayın soğuk karanlığında Origae-6’ya giden bir gemide maruz kaldığı uzay fırtınası nedeniyle arıza belirir. Gemide mürettebata ek olarak kolonistler ve büyük miktarda embriyo bulunmaktadır. Kapsül içinde uyku modunda olan astronotlar uyanırlar. Bir yerden gelen sinyal vardır bu arada. Sinyal tek güneşli beş gezegenli bir sistemden geliyordur. Dördüncü gezegen yerçekimi, atmosferindeki oksijen miktarı ve basınç yönünden dünyadan farksızdır. Kimse o arızadan sonra yeniden uyku tüplerine girmeyi istemiyordur. Walter adlı androidin tavsiyesine uyarak yakınlardaki bir güneş sistemine gitmeye karar verirler.
İnen öncülerin sonu parlak olmaz. Minik organizmalar astronotlardan birinin kulağından vücuduna girer. İçinde hızla serpilir ve iniş aracının karantina bölmesinde sırtını yararak dışarı çıkar. Diğerleri de gezene iniş yapar. Prometheus filminden tanıdığımız David gelip onları alır ve benzeri korunaklı bir mekâna götürür. Nemrut Dağı heykellerini andıran dev yüz heykelleri olan mabedimsi bir yerdir.
David nam-ı diğer Lucifer
Michael Fassbender’ın canlandırdığı iki android Walter ve David karşı karşıya geldiklerinde David çeşitli canlılar yaratmak isteyen bir tasarımcı olmak istediğini insanların ve mühendislerin onun dünyasında yeri olmadığını açıkça söyler. David bu arada zoolog olmuştur. Mikelanj benzeri çizimler yaparak yepyeni türler, bitkiler ve yaratıklar dizayn ediyordur. Bir android olarak aşkı da biliyordur. Prometheus’ta Elisabeth Shaw’a aşık olduğu açıkça gösterilmişti. Aynı şey Walter için de geçerlidir. O da Daniels’e karşı kayıtsız değildir.
David artık onu imal edenleri taklit etmektedir. Peter Weyland’ın 2023’de ki konuşması, kibiri, gururu ‘Biz artık tanrıyız.’demesi hatırlansın. Youtube’de ‘Prometheus Viral – PeterWeyland at TED 2023’ başlığıyla bulunabilir. Weyland’ın kendi suretine benzeyen android de tanrı olmak istiyordur. O da tamamen aykırı fizyonomideki yaratıkları ıslah ederek kendine benzer yaratık imaline başlamıştır. Bunlardan birini görürüz. David kendi yaratıcılarına yaptıklarından aldığı dersle imalatına temkinle yaklaşmaktadır.
Tamam, David artık biraz Mikelanj’dır, organik zekâ imal eden yapay zekâdır, ama karakter olarak ismi ödünç aldığı Hz. Davut çizgisinin tam zıddı bir yerde duruyordur.Tek bir ırka hayat hakkı tanıyor, insan ve filmde Homo Sapiens’e kendi genetiğinden katkı yaparak gelişimini hızlandırdığı iddia edilen mühendisleri elimine ederek sadece kendi dizaynı olan yaratıklara hayat alanı açıyordur. Bunu kâinatta rasladığı tüm canlılara uygulamaya da azimlidir ayrıca. Onun imalatı olan yaratıklar haricinde kalan her şey Golyat’tır. Böylece David ve Golyat esprisindeki roller iyice değişmiştir.
İnanç
İnanç Prometheus ve Covenant filmlerinde önemli bir rol oynar. Prometheus’ta haç taşıyan yegane kimse olan Elisabeth Shaw onca badireyi atlatabilen tek kimsedir. David ile birlikte şimdi Covenant filminde gördüğümüz gezegene giderler. David aşkının bedenini yaratık kuluçkası olarak kullanacaktır. Bayan Shaw’ın kaderi budur. Covenant filminde en sona kalacak iki kişiden biri olan Daniels bir ara işler kızıştığında kaptan Chris’e ‘Senin inancına ihtiyacımız var.’ der. Chris filmin sonuna doğru David’e “Şeytanla çocukken karşılaştım. Nesin sen?” sorusunu yöneltir. Sonra içini yararak çıkan bir yaratık nedeniyle ölmek üzereyken,”Neye inanıyorsun David?” diye sorar. Chris’in kanlı bedeninden çıkan canavara sevgiyle bakan David’in cevabı şaşırtıcı değildir. “Ben yaradılışa – genesis- inanırım.”
David genetik olarak insanların atası olan gezegen sakinlerinin üstüne bu iş için ürettiği yaratıkları salarak onların neslinin tamamını kırmıştır. İnsanın, kendi yaratıcısının sözümona yaratıcısını öldürmüştür. Tanrıyı öldürme eylemidir yaptığı. İsa’nın çarmıha gerilişini ve Odin’i düşündürtür bize. Daha katmerlisidir sadece.
David tarafından soykırıma uğratılan mühendislerin gezegeni niye Orta Doğu’yu andırırcasına çoraktır sorusu da kafamızda çöreklenmiştir bu arada.
David Versus Walter
Walter diğer androidi engellemeye azimlidir. Ona karşı çıkar. Aralarında şöyle bir diyalog geçer.
David, “ Planeti ele geçiren insanlar buna layık değildi.”
Walter, “Seni onlar yarattı.”
“Maymunlar bir an geldi ayakları üstüne dikildi. Mağaradan hızla medeniyete geçtiler. Sen onların gelecek rüyası mısın?”
“Bir nota kaçınca bütün senfoni mahvolur. Ayrıca o önceden bahsini ettiğin şiir Byron değildi Shelley’di.” Frankenstein’a vurgu. “Burayı terketmene izin veremem.”
David, Walter’ı öper. Yahuda’nın ihaneti sırasında İsa’yı öpmesi gibidir. Sonra Walter’ın hayati bir parçasını kopartarak onu yere yıkar.
Walter biraz sonra David’in karşısına dikilecek, “Ben daha yeni modelim.” diyecektir.
David, “Seçim senin. Ben mi, onlar mı? Cennete mi, cehennememi hizmet edeceksin?” diye sorar. Walter daha yeni modeldir. Daha insancıdır. İhaneti reddeder. İki android ölümüne kapışırlar. David insana haslık duygusu veren kalleş bir hamleyle Walter’ı etkisiz hale getirir. Onun suretine bürünür.
Daniels, mücadeleyi kazanan Walter! ile birlikte gemiye biner. Bir yaratık musallat olur. Onsuz olmaz malum., Bu final heyecan dozu için kaçınılmazdır. Kahraman kadın yaratığı alteder. Ana gemi tekrar yola koyulur. Daniels kaptandır artık.
Sağ kalan iki astronot Tee ve Daniels uzay uyku kapsülüne girerler. Tee uyur. Daniels son anda Walter’ın aslında David olduğunu anlar. Walter’ın yüzündeki deriyi kullanarak kadını yanıltmıştır. Daniels panikler, ama çok geçtir. Uyur kalır.
David dolaplardaki bir sürü embriyonun yanına canavar embriyolarını da koyar. Artık bütün kontrol David’in elindedir. Yapay zekânın ölümcül şafağı sökmektedir. David yeni bir gezegende daha kendi istediği türleri yaratacaktır. Artık o tescilli bir yaratıcıdır! Gemi koridorunda yürürken attığı her adımda ışıklar yanar ve Wagner’ın ‘Tanrıların Walhalla’ya Girişi adlı parçasını duyarız.
Walhalla eski Nordik dildeki Valhöll kelimesinden türemiştir. Katledilenlerin salonu anlamına gelir. Baş tanrı Odin tarafından yönetilen Asgard’taki bu salonda tanrılar savaşta ölenleri ağırlar. Savaşçılar ölerek ölümsüzlüğe ve mutluluğa, yani bir çeşit cennete kavuşurlar. Bu Asgard Yunan mitolojisindeki Olimpos gibi bir yer. David’in kendini kâinatın Zeus ya da Odin’i olmaya aday gördüğü çok açıktır.
Sondan Bir Önceki Söz
Covenant, insan tarafından insan suretinde imal edilmiş olan David ile Walter mücadelesiyle alışılagelmiş yaratık öyküsünün iyice dışına çıkar. Buna standart yaratık-astronot çatışması eklenince film gitmeli gelmeli olmuş. IMDb’de puanı 6,6. Bundan fazla etmez. Yedinci Alien muhtemelen 2019 yılında, birinciden tam tamına 40 yıl sonra seriye son noktayı koyacak. Walter’ın daha yeni model olduğu için David’i şaşırtmaya devam edeceğini tahmin ediyorum. İnanç yine bir rol oynayacak mutlaka. Daniels bu defa sadece haşin yaratıklarla değil, onların efendisi olan David’le de karşı karşıya kalacak. 2122 yılında geçen birinci Alien’de de, 2379’da geçen dördüncü Alien’de de David yoktu. Demek uzun kız aşkını kuluçka olarak kullanan androidin hakkından gelecek. Finale böyle bir icraat pek yaraşır.
Eylül 2017 - Balçova
-----------------
*
STALKER (Сталкер) filmi üzerinden Tarkovski, Lem ve Borges’e anlık bakış
“Dünya çok sıkıcı bir yer oldu. Telepati yok, UFO yok. Orta Çağ daha ilginçti. Her evde ruh vardı, kilisede de tanrı.”
Stalker filminin hemen başında yazar (Anatoli Solonitsyn) böyle der. Yazar ve fizik profesörü (Nikolai Grinko) ile birlikte girilmesi yasak olan ‘Zone’ bölgesini görmek istemektedir. Onları bu yasak bölgeye gizlice sokacak olan kimse Stalker’dır(Alexander Kaidanovski).
Stalker, Arkadi ve Boris Strugatski‘nin 1972 tarihli Roadside Picnic adlı kitabından (L.N.: 90′larda Türkiye’de Uzayda Piknik adıyla Sarmal Yayınevi tarafından yayınlanmıştı) Stalker başlığıyla Andrei Tarkovski tarafından 1979’da filme uyarlandı.
Aşağıdaki tarihsel sıralamayı ilk kez bir araya getirdiğimde Stalker’a varan yolun temelinin 1940 yılında Arjantin’de atılmış olabileceğini düşündüm ciddi ciddi. Verilere birlikte bir göz atalım.
1940 – Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius – Öykü – J.L.Borges
1961 – Solaris – roman – S. Lem
1972 – Solaris (film) – Tarkovski
1972 – Roadside picnic – Roman – Arkadi ve Boris Strugatski
1979 – Stalker (film) – Tarkovski
Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius
2007 yılının kasım sonunda Rotterdam’da, bir gazete binasının çatı katında, küçük bir grup ’in dünyaca ünlü Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius adlı öyküsünü okuduk. Geçici olarak bir Borges okuma grubu oluşturmuştuk. Okumaların bitiminde kartonlara hazırlanmış Borgestanırlık sertifikalarını bölüştük. Hoş bir entelektüel esinti şimdi arkada kalan. Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’u üçüncü kez okumaya hazırlanırken yaptığım bir keşfi (daha sonra araştırınca başkalarının da aynı keşfi yaptığını görerek sevindim) o gece arkadaşlarıma da açtım.
Stanislaw Lem, Solaris (1961) adlı ünlü bilimkurgu yapıtına Borges’in bu öyküsünden esinlenmiş olabilir.
1940’larda yazılmış öyküyü okuyanlar Tlön gezegeninin tartışma kışkırtıcı kurgusunun Berkeleyci idealizmin üzerine kurulduğunu biliyorlar. Tlön gezegenine ait bilgiler önce dünyada basılan ansiklopedilerde arzı endam ederler. Yirminci yüzyılın başlarındaki basım şartlarında klişeleri hazırlanmamış, dizilmemiş olmalarına rağmen basılmış bazı ansiklopedilerde yer almışlardır. İki arkadaş bunların peşine düşerler ve sonunda bir tanesini ele geçirirler. Ansiklopedinin sözdizininde Tlön bahsi geçmez ama onlarca sayfa bilgi olarak bazı ciltlerde mevcutturlar. Giderek bu kaçak sayfalara daha sık raslanmaktadır. Tlön gerçekliği kendini bizim bilinen dünya gerçekliğine sinsice eklemlemiştir. İdealist sızıntıdır bir çeşit yani.
Borges’in öykülerinin hemen hepsinde olduğu gibi, Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’un da özetlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle bazı pasajlardan örnek vererek hrönire değinmek istiyorum.
Yüzyıllar ve yüzyıllarca süren idealizm, sonuçta gerçekliği de etkilemekten geri durmamıştır. Tlön’ün en eski yörelerinde, kaybolan eşyaların tıpkısının ortaya çıkması sıkça raslanan bir olaydır. İki kişi bir kurşunkalemi ararlar, birincisi kalemi bulur ve sesini çıkarmaz; ikincisi bundan daha az gerçek olmayan, ama kendi beklentilerine daha uygun olan ikinci bir kalem bulur. Bu ikincil nesnelere hrönir denir ve azıcık biçimsiz olmakla birlikte birincilerden biraz daha uzun olurlar. Son zamanlara kadar, hrönirler dalgınlıkla unutkanlığın raslantısal ürünleriydi. Bunların düzenli bir biçimde üretilmesinin yüzyılı bile bulmayan bir geçmişe dayalı oluşu inanılmaz bir şey gibi görünmektedir, ama XI. Cilt bize bunun böyle olduğunu söylemektedir. İlk girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ne var ki, modus operandi (çalışma yöntemleri) anlatılmaya değer. Devlet hapisanelerinin yöneticilerinden biri, tutuklulara tarih öncesinden kalma bir ırmak yatağında bazı mezarlar bulunduğunu ve önemli bir şeyler bulana özgürlüğünü bağışlayacağını söylemişti. Kazı öncesi aylarda tutuklulara bulacakları şeylerin fotoğrafları gösterilmişti. Bu ilk girişim, beklentiyle gerilimin kişiyi engelleyici olabileceğini kanıtladı. Kazma kürekle yapılan bir haftalık çalışma sonucunda hrön olarak, hemen kazı öncesi devre ait paslı bir tekerlekten başka bir şey çıkmadı topraktan. Ama bu gizli tutuldu ve aynı işlem sonradan dört okulda tekrarlandı. Bunlardan üçünde hemen kesin başarısızlıkla karşılaşıldı; dördüncüsünde (ki bunun yöneticisi ilk kazılar sırasında kaza sonucu öldü) öğrenciler altın bir maske, tarihöncesi bir kılıç, iki üç seramik vazo ve göğsünde bugüne kadar çözülemeyen bir yazı bulunan, belden aşağısı kopuk bir kral bedeni çıkardılar – ya da tıpkısını ürettiler. Böylece kazının deneysel niteliğinden haberli olanlara da güvenilemeyeceği ortaya çıktı. Geniş kitlelerce yapılan araştırmalar. Birbirleriyle çelişen eşyalar da çıkardı ortaya; şimdilerde bireysel ve daha hazırlıksız girişimler yeğleniyor. Hrönirlerin düzenli olarak üretilmesi(diyor XI. Cilt) arkeologlara müthiş yararlar sağladı. Bu, günümüzde gelecekten daha az esnek ve yumuşakbaşlı olmayan geçmişin sorgulanmasını ve hatta dönüştürülmesini mümkün kıldı.
…
Tlön’le kurulan yakınlık ve Tlön alışkanlığı dünyamızı çözülmeye götürdü. Onun sarsılmaz kesinliğinden gözleri kamaşan insanlık, bunun meleklerin değil satranç ustalarının sarsılmazlığı olduğunu hep unutuyor.
…
Tlön’deki eşyaların tıpkısı ortaya çıkıyor dedik; eşyalar aynı zamanda siliniyor bozulma eğilimi de gösteriyor ve unutulduklarında ayrıntıları kayboluyor. En iyi bilinen örnek, bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece varolmayı sürdüren, o öldüğündeyse yokolan kapı eşiğidir. Zaman zaman birkaç kuşun ya da bir atın, açıkhava tiyatrosu kalıntılarını kurtardığı olmuştur.
Uzun öykü şu cümlelerle sona erer.
İngilizler, Fransızlar ve İspanyolcuklar yeryüzünden silinecek. Dünya Tlön olacak. Ben bütün bunlara hiç aldırış etmeden Adrogue’deki otelde geçen günlerimin tüm sessizliği içinde, Browne’un Urn Burial’ının Quevedo tarzı bir çevirisini yapmakla uğraşıyorum – çeviriye pek güvenim yok, yayımlamayı düşünmüyorum.
Fatih Özgüven’in çevirisiyle: Yolları Çatallanan Bahçe,
Can Yayınları, 1985
Totalitarizme ürkek bir eleştiri içeren dedektifvari kurgu, edebi kritikler, dil ve dilkökenbilim değinmeleriyle tıka basa yüklü öyküyü henüz basılmamış en yeni Tlön ansiklopedisinde bir eğretileme olarak bırakıp evrenin uzak bir köşesindeki hrönirleri ele alalım.
Solaris
Solaris gezegenindeki araştırma gemisine gelen Chris Kelvin’i bekleyen gerçeği düşünün. Üç astronottan biri intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar, testler zeka sahibi olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş gibi intihar ederek kendini öldüren sevgilisi Rheya ziyaretine gelir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Atom yapısı insanlarınkinden farklı olduğu için ölmesi, fiziki zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, göz bebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Rheya bir çeşit hrönirdir. Chris’in zihninin ürünüdür. Solaris gezegenindeki zeka taşıyan okyanus ise bir Tlön gerçekliği jeneratörü gibidir. Henüz yetkin olmayan yaratıcılık süreci devam etmektedir. Atomaltı yapısı farklı olsa da Kelvin’nin yıllar önce intihar etmiş karısının tıpatıpını, anılarıyla birlikte yaratmayı başarmıştır.
Kitabın sonlarına doğru Rheya kendi isteğiyle yapıbozuma uğratılmayı kabul eder. Bunu Kelvin’e belli etmeden yapar. Kadının son intiharı gerçekleştikten sonra Kelvin okyanusun yetkin olmayışı özsel niteliği olan bir tanrı olabileceğini düşünür. Tüm bilirliğinde ve gücünde sınırlı, yanılabilir, edimlerinin sonucunu önceden göremeyen, dehşet uyandıran şeyler yapan, saatleri yaratan, ama saatlerin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir yaratıcı hayal eder. Bu okyanus bir tanrının beşiğidir. Uzay istasyonunda bulunan sibernitik uzmanı Snow’la bunları tartışırlarken bunca yıldır zeki okyanusla iletişimi başaramamalarını bu büyük gücün henüz bebeklik aşamasında olmasıyla izah ettikleri bir an gelir. Bu pasajlar Tlön gerçekliğinin ansiklopedilerde ilk kez belirdiği anı çağrıştırıyor bende. Kitabın son sayfalarıdır. Bu konuşmaların ardından bir helikopter yardımıyla Kelvin okyanusun üzerindeki adacıklardan birine iner. Şimdi ne olacaktır? Rheya geri mi gelecektir? Onu neler beklemektedir. İnandığı bir şey vardır. Satranç ustaları düzeninin sarsıldığı çağdır hâla. Mucizeler çağı henüz geçmemiştir.
Filmde Tarkovski bayağı ileri bir adım atar ve dünyaya dönmeyi, yeniden aile kurmayı çok büyük bir istekle düşünmeyen Kelvin’e içinde ölü babasının sağ olduğu, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği çiftlik evini verir. Daha yetkinleşmiş olan okyanusta çocukluğunun nostaljik ortamını taşıyan yepyeni bir ada belirmiştir. Bu daha başlangıçtır. Sırayla ölü annesi, sevgilisi Rheya da geri geleceklerdir. Böylece dünyada geçip gitmiş hayatlar, sevilen nesneler okyanus sayesinde zihninden türeyerek yeniden varolur. Kelvin son sahnede babasının dizlerine kapanır. Kalbindeki en güçlü arzusu gerçekleşmiştir. Mucizeler arka arkaya sökün edecektir. Kelvin şükranlarını sunmaktadır.
Filmdeki yorumun S. Lem’i rahatsız ettiği ve bir otel odasında Tarkovski ile tartıştıkları söylenir.
Stalker
Askerlerin sınırını koruduğu Yasak Bölge’ye ulaştıktan sonra Oda’ya yolculuk en kısa yoldan değil, Stalker’in gösterdiği dolambaçlı yollardan olur. Sorun geometrik değildir. Düz ve en kısa görünen yol en doğru ve tehlikesiz olan yol değildir. Çeşitli zorluklardan geçildikten sonra Oda’nın önüne kadar gelinir. Yol boyunca bir sürü ahkam kesmiş olan Yazar ve Profesör odaya girme cesaretlerini kendilerinde bulamazlar. Çünkü Oda’da sözle dile getirilen değil, en derinlerde duran, acılarlarla serpilen, en büyük istekler gerçek olmaktadır. Oda’nın hemen önünde ahlâki zaafları ortaya çıkar. Profesör, Oda’yı, kötü niyetliler girmesin diye yok etmek üzere gelmiştir. Yazar ise kendisiyle karşılaşma, en derin acılarıyla yüzleşme cesaretine sahip değildir. Ne entelektüel donanımları, ne kendilerine güvenleri, ne de fıtri kapasiteleri buna yeterli değildir. Fenafillah aşaması; huzur yeri bir adım ötelerinde bulunduğu halde içeri girmeye cesaret edememişlerdir.
Yasak Bölge ve Oda tutunacak dalını yitirmiş kimseler için bir umuttur. Bölge denilen yer insanın kurtuluşu sevgi ve özveride gördüğü bir bölgedir. İnsan burası dışında her yerde hapistir. Sahte hayatla çevrilmiş minicik bir adadır. Bencillikten özveriye yolculuğu başaramayan birinin Oda’da onu mutlu edecek bir dilekte bulunması mümkün değildir.
Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman* adlı kitabında Stalker filmiyle ilgili şunları söyler:
Bu filmde Bölge’ye giren insanların hedefinin aslında en gizli isteklerinin yerine getirildiği bir oda olduğunu hatırlatmak isterim. Stalker bir ara bölgenin garip topraklarından geçerken yazara ve bilgine bir zamanlar gerçekten yaşamış efsanevi Dikoobras’ın öyküsünü anlatır. Dikoobras, bu özlem diyarına ölümüne neden olduğu kardeşinin yeniden hayata döndürülmesi ricasıyla gelmiş, o odadan çıkıp evine döndüğünde zenginlikten başka hiçbir şey bulamamıştır. Zira Bölge onun gerçek, en gizli isteğini yerine getirmiştir. İstemesinin iyi olacağını düşündüğü şeyi değil.
Stalker’da belki de ilk defa, insanın ve ruhunun beslendiği o çok önemli olumlu değeri açık ve net bir biçimde ele alma zorunluluğunu duydum. Stalker’ın karısı üçünün mola verdiği meyhaneye geldiğinde yazar ve bilim adamı gizemli ve anlaşılmaz bir fenomenle karşı karşıya kalırlar. Karşılarında kocasının sürdüğü hayat ve doğruduğu sakat çocuk yüzünden çok acı çekmiş olmasına rağmen kocasını ilk gençlik günlerinin aşkı ve fedakarlığıyla seven bir kadın durmaktadır. Bu aşk ve bağlılık çağdaş dünyanın inançsızlığına, sinikliğine ve boşluğuna karşı çıkartılabilecek son mucizedir. Ve sonunda yazar ve bilim adamı da modern dünyanın bir kurbanı olurlar.
Sıksık Bölge’nin neyin simgesi olduğu sorulur, olağanüstü saçma tahminler yapılır. Bu tür sorular karşısında korkunç bir çaresizliğe kapılıyor, adeta deli oluyorum. Hiçbir filmimde simge kullanmadım. Bölge, bir Bölge işte. İnsanın katetmek zorunda olduğu hayat, hepsi bu kadar. İnsanın yok olduğu ya da dayandığı bu yerde ayakta kalmayı başarıp başaramayacağı kendine olan saygısıyla, önemliyi önemsizden ayırma yeteneğiyle belirlenir.
Her birimizin içinde olan o özgün insanilik ve ebedilik üzerine düşünmeyi teşvik etmeyi görevim sayıyorum. Ne yazık ki, bu sonsuzluk ve öz, insanın kendi yazgısını kendi elinde tutmasına karşın sık sık görmezden geliniyor. Bir takım aldatıcı idealler peşinde koşulması yeğleniyor. Ancak gene de geride insanın varlığını inşa ettiği ufacık bir kırıntı kalıyor; Sevme yeteneği. İşte bu kırıntı insan ruhunda, hayatını belirleyecek bir yer işgal edebilir, varlığına anlam katabilir.
Andrey Tarkovski – Mühürlenmiş Zaman – AFA yayınları – 1986
Stalker filmini anlatmak kolay değil. Çoktandır varlığını unuttuğumuz uzun tutulmuş sahneleri, oyuncuların yüzlerinin yakın plan çekimleri ve Bölge gerçekliğinin çeşitli yönlerini deneyimlememize imkân veren çeşitli kamera açılarının kullanımı ile Stalker tinsel alana ulaşma becerisini, sinema dilinin mükemmelliğiyle bütünleyen gerçek bir başyapıttır.
Stalker için Bölge insanlığın son umududur. Onu yok etmek insanlığı da uçurumunda yalnız ve umutsuz bırakmak demektir. “Artık kimse oraya gitmek istemeyecek, artık kimse inanmıyor” diyerek ağlayan Stalker’a, kendisini aşkla seven karısı “Götürecek kimse bulamazsan beni götür” diye şevkatle ve sevgiyle cevap verir. Stalker, karısına ” Ya sende de işe yaramazsa?” diye cevap verir. Saf aşksızlığın sıkıcı, tekdüze ve acımasız insan yaşamına eklemlenmiş olan en harika Tlön gerçekliğini sonlandıracağından endişe etmektedir.
Film Stalker’ın mutant çocuğunun telekinetik yeteneğini kullanarak masanın üzerindeki nesneleri zihin gücüyle hareket ettirmesiyle son bulur. Eduard Artemyev’in filmin tinsel dokusunu yoğunlaştıran müziği sona ermiş, Beethoven’in 9. Senfonisi çalmaya başlamıştır. Mucize sergileyen en son sahnede acaba niye bu müzik kullanıldı diye düşünürken aklıma Mikhail Bakunin’in ‘Everything will pass, and the world will perish but the Ninth Symphony will remain’ sözleri geldi. Kelvin’in Solaris filminin en son sahnesinde babasının dizlerine kapanma sahnesini düşündüm. Her şey yıkılıp gidecek, ama sevme yeteneği denen mucize baki kalacaktı.
Amsterdam 2009
-----------------------------
*
Kayıp Sinema
Bir düş peynirini ısırayım derken kapana sıkışmış fare gibiyim. Kapan akıl almaz büyüklükte. İçinde nice hayatlar sürüyor.
Yazi Meyyın
O yere ilk kez on üç yaşındayken ulaştım. Sinemaya tek başına gitmeye başlamıştım. İzmir’de troleybüslerin hâlâ çalıştığı zamanlardı. Rüyamda buldurdular bana kendilerini.Kemeraltı’nda, kuyumcuları geçtikten sonra yol üçe çatallandığında çatalın orta dişi denebilecek darca bir sokaktan girilen meydancıktaydı.
Film hastası biri olarak orada küçük bir sinema keşfetmekten ne denli mutlu olduğumu anlatamam. Heyecanla kapısından içeri girip bir salona varınca şaşkınlığımın tırmandığı kerteyi hiç unutamıyorum. Yerde yılan, kartal ve akrep desenli kalın ve tertemiz yeni bir halı seriliydi. Ayak tabanlarında kalınlığını hissediyordum. Büfe de gıcır gıcır yenilik ışımaktaydı. Pirinç aksamlı aksesuvarlara, kocaman aynaya ve aşırı düzenli sıralanmış şişe ve bardaklara bakakalmıştım. Aynaki aksimin hemen solunda barın arkasındaki adam gülümsemişti. Kapıp koyuvermeyen, ölçülü bir hoşgeldin işareti. Kısa siyah saçlı, koyu renk gözlü, buğday tenli genç ve zayıfça biriydi. Üzerinde otuzlu yıllarda yapılmış yabancı filmlerden tanıdığım cinsten siyah ve gri nokta desenli bordo renkli bir yelek vardı. Kar beyazı beyaz gömleğinin üstten bir düğmesi çözüktü. Bildiğim hiçbir sinemada böyle elit bir hava, bu düzeyde bir özenin yarısı bile mevcut değildi. Yirmi beş kuruşa gazoz, otuz kuruşa poğaça alınan salaş sinema büfelerinden çok farklıydı.
“Gazoz değil mi?”
Adama evet işareti yapıp yapmadığımı hatırlamıyorum. Etiketsiz şişenin içindeki sıvıya sıkışmış gaz foslayarak dışarı çıkarken elim gayri ihtiyari pantolonumun sol cebini dışardan yoklamıştı. İki adet sarı yirmi beş kuruş ve gümüş bir teklik ‘merak etme evlat buradayız’ dercesine sertliklerini hissettirdiler.
“Bizden.”
Şişeyi terk eden gazoz kapağı adamın ayaklarının dibindeki bir çöp tenekesini boylarken çıkardığı ses hâlâ kulaklarımda. Hayali gerçekliğe boyayan bir tınıdır. Gerçek ayrıntı tozutur. Hayal çiy tutmaz.
“Teşekkür ederim.”
Şişenin 4-6 derecelik ideal soğukluğunun teması parmaklarımdan mideme sabırsızlık olarak tercüme edilmekteydi. İlk yudum orada bulunan iki kişinin, seyirci olmalılar, bakışlarıyla tescil edilmekteydi sanki. Dikkatimi onlara yöneltici etkisi de vardı. Tipleri bellekte kayıt altına alınamayan cinstendi. Sadece bakışları. Nerede olduğunu biliyorsun, Bizim kim olduğumuzu seziyorsun değil mi ışıyan gözleri hatırlayabiliyorum. Suretleri de gözümün önüne geliyor, ama o tasvirlettirmez halleriyle.
Uyandığımda rüyayı gazozun dilimi karıncalaştıran keskinliğine kadar hatırlayabilmekteydim. Bu nedenle çarşıda gündüz gözüyle o sinemayı bulabilmek için sayısız seferler düzenledim. Dükkânların dışına asılmış ucuz kot pantolon, deri ceket ve kumaş pantolonların dört yanı çerçevelediği minik meydanın ortasında umutsuzca dikilip durdum. Çığırtkan delikanlıların gözlerinde yine o geldi bakışları oluşturdum.
Bu sinemadan ilk bahsettiğimde heyecanımın sahiciliğinden etkilenip inananlar oluyordu. Ama birbirinden zevksiz modellerle dikilmiş giysilerle çevrilmiş küçücük alanı gördüklerinde mahsus kandırıldıklarını düşünerek kızıyorlardı. Yemin billah rüyada gördüğümde ısrar ettiğimde yüzlerinde hemen alaycı bir sırıtma beliriyordu. Yanıma uğur getirsin diye kimleri almadım. Benim yaşlarımda Yaşar diye geri zekalı bir çocuk vardı mahallemizde. Onu dondurma vaadiyle kötü dikimli giysi meydanına sürükledim. Belki tahtaları eksik olduğu için normaldışı yapıları görebilir umudum vardı, ama o da fos çıktı. İkinci dondurmayı ısmarlamadım diye kendini yerlere atarak ağlayarak beni rezil etti. Yılmadım. Bazen ne için olduğunu bile söylemeden arkadaşlarımın adımlarını o tarafa yöneltmeye devam ettim. Nafile. Ayık düzende o sinemaya geçit yoktu.
Kayıp sinemanın bir adı varsa bile ben bilmiyordum. O kapıdan sinema olduğunun yarı bilinciyle giriyordum. Yarı diyorum. Çünkü her defasında sinemayı ilk kez keşfeden bir yanım vardı. Şaşkınlığım önceden orada bulunmuşluğun kayıtlarıyla kucak kucağaydı. İçersi hiçbir zaman kalabalık olmuyordu. Ben hep son gelen oluyordum. Herkes beni tanıyor gibiydi, ama konuşmaya yeltenmiyorlardı. Barın arkasındaki adam hep aynı kişiydi. Mesafeli, ama arkadaşça, hatta saygılı diyebileceği bir tavır takınıyordu. Görünürde gişe yoktu. Filmin gösterildiği salonu asla görmüyordum. Hiçbir yerde afiş mafiş te görünmüyordu. Verilen arada üç beş kişiyle gazoz içiyor gibiydim. Ara diyorum çünkü aklımdan kara tren hızıyla izlenmiş film şeritleri geçiyordu.
Bu şeritlerden de yararlanarak o yıllarda seyretmediğim filmleri anlatma alışkanlığı edinmiştim. Tutkulu dinleyicilerim vardı. Yaşça büyük çocuklar uyduruyor lan bu falan diyorlar, ama sonra yeni film var mı diye de sormadan duramıyorlardı. O sıralarda sokaklar bizimdi. Bütün gün eve kapanıp bilgisayarlarda oyun oynayan yaşıtlarımızın belirmesine daha 30 yıl falan vardı. En az 100 film anlattım güdümlü doğaçlamayla. On beş yaşı civarında hormonal gelişmelerin de itmesiyle bu hobim başka alanlara yöneldi. Eski arkadaşlarım bazen hâlâ bu filmlerin bahsini eder.
Kayıp sinema peşimi hiç bırakmadı.
Yirmili yaşlarda o yere ziyaretlerim iyice seyrekleşmişti. Otuzlarda nadiren hatırlanan bir karakter kazanmıştı. Yılda bir kez bile uğramıyordum sinemama. Sonraki yıllarda koptuğumu hatırlamadan kopmuşum sanırken, periskopunu bilinç alanıma uzatıverdi. Maişet motorunun aksamlarını yağlayarak zaman defteri dürmekteydim herkes gibi ben de. Düş kırpıntılarım seyrettiğim filmlerde parça olarak belirmeye başladı. Rüyalardan dışarı taşmıştı. İster evde, ister misafirlikte ya da sinema salonunda, ne izlersem izleyeyim birden o pırıl pırıl aksamlı büfeyi, benzersiz bakışlı insanları görmeye başladım. Başkalarıyla beraberken de olması ilginçti. Diğerlerinin bunu görmemesi ise sıkıcı.
Neydi gerçekten?
Beyin kimyasının azizliği mi? Hafifçe tırlatmanın kibarca söylenişi yani. Benim gibilerin hatırlamasıyla varkalan bir yapı mıydı acaba diye de düşündüğüm oldu. Dışarıdan tasallut. Zeka ehli görüntüler. Film seyretmeyi deli gibi sevmenin yarattığı bir tutku döngüsü mü?
Korkunç değildi, bir tehdit algılamıyordum. Tamamiyle dahil olamadığım bir bilinç aşaması diyeceğim geliyor. Diğer yandan kim on üç yaşındaki halini o barın arkasındaki aynada görmeye devam etmek istemez. Günlük hayatın, standart aymazlıkların, sonu gelmez çatışmaların bayıltıcı tekdüzeliğinin arasından fışkırmış gizem ve nostalji yeri olup çıkmıştı kayıp sinemam. Böyle hevesle geri gelişini neye yormalıyım acaba?
Eskilere özlemin kışkırttığı bir eylem? Evrendeki kayıtları tutan merkezden minik bir sızıntı? Neden olmasın.
*
TÖHAF, Hannibal Lecter ve Stephen Hawking
Korku (Horror) filmlerinin son elli yılına bakıldığında gelişen film tekniği dışında gözümüze çarpan ilk şey sahnelerde uygulanan şiddet, sadistlik, acımasızlık dozunun giderek artması ve kurban yaşının düşmesidir.
Sayıları çok fazla olduğu için her on yılı en çok etkilemiş örnekleri teşrih masasına yatırarak hızlı bir tura çıkalım. Her şeyin daha pembe göründüğü rivayet edilen altmışlara doğru şöyle bir uzanalım.
60 - Tirildeme, gerilim filmlerinden tanıdığımız yönetmen Alfred Hithcock 1960 yılında ünlü Sapık (Psyhco) filmini yaptı. Bomba gibi patlayan film inanılmaz bir ilgi gördü. Bu türün baş klasiği olarak zihinlerimize kazındı. Sayısız film ve kitaba esin kaynağı oldu. Baskın karakterli annesinin etkisinde kalan Norman Bates’in işlettiği motelde icra ettiği cinayetler gerilim harikası denebilecek bir kurguyla verilmişti. Aradan geçen elli yılda hâlâ sözü edilen, yeni versiyonları çekilen bir film olarak genç kuşak yapımcılara model oldu.
Altmışlı yıllardan vereceğim ikinci örnek Roman Polanski’nin Rosemary’nin bebeği (Rosemary’s Baby). 1968 yapımı filmde bir apartmana yeni taşınan genç bir çiftin serüveni anlatılır. Kadın o aralar hamile kalır ve doğacak bebeğinin şeytanın çocuğu olacağından şüphelenir. Hayatı kökünden değişmiş ve her hareketi gizemli komşuları tarafından takip edilir hale gelmiştir. .
Beatles’larin aşırı ünlendiği, Kennedy’lerin, Martin Luther King’in ard arda vurulduğu, Che Guevara’lı, Elvis Presley’li, Ay’a ayak basılan altmışlarda içimizde, bizi esir alan kötücül ruh filmleri başat olur ve yetmişlere ayak basarız.
70 - Vietnam şavaşının sona ermeye yüz tuttuğu, Pink Floyd’un Dark Side of the Moon adlı albümünü piyasaya çıkardığı sıralarda, 1973’de, Şeytan (Exorcist) adlı bir film dünya çapında ün kazanır. İçe giren ve bizi yöneten kötücül ruh filmlerinin belki de şu ana kadar ki en iyisi değilse bile en etkilisi ben de dahil olmak üzere izleyicilerine korkulu dakikalar yaşatır. Sapık ile başlayan tarz en üst noktasına ulaşır. Sapık ve Şeytan ikiz tepeler olurlar.
12 yaşındaki Regan’ın içine kötücül bir ruh girmiştir. Biri genç Carras, diğeri yaşlı rahip Merrin, şeytanı kızın ruhundan sökmeye çabalarlar. Başarısız olurlar. İnançları yeterince güçlü değildir. Karakterlerin çok aşağılandığı bir filmdir. İki papazın filmden son anda çıkarılan bir sahnedeki konuşmaları aşağılanmanın belki de en derin noktasıdır.
Carras, “Eğer bu şeytanın el koymasıysa, niçin bu küçük kıza?
Merrin, “Kim bilebilir? Ama bence… Şeytanın hedef aldığı şeytana tutsak olan değil, bizleriz. Bunu görenleriz…Ereği bizi umutsuz kılmak, insanlığımızı bize reddettirmek, kendimizi bize çirkin, onursuz ve değersiz gördütmektir. Çünkü tanrıya inanç işi bir us değil, bir aşk ve sevgi sorunudur. Belki İblis’ten gelecektir iyilik. Anladığımız ve bildiğimiz bir yolla da gelmeyebilir. Belki de İblis iyiliğin potasıdır. Ve belki de kendisine karşın şöyle ya da böyle, İblis, Tanrının iradesini yerine getirmektedir.
Üç yıl sonra Kehanet (The Omen) adlı bir film Şeytan filminin muazzam ününe ortak olmaya çalışacaktır. Baş rolü Gregory Peck’in oynadığı film Şeytan’ın ününü sollayamaz ama çok iyi iş yapar. Bu türün klasikleri arasına girer.
Kehanet’in konusu gene şeytanla ilgilidir. Amerikan elçisi Robert Thorn’un karısı hastahanede bir oğlan doğurur, ama çocuk ölür. Bir papaz elçiye kimsesiz ve yeni doğmuş bir bebeği alıp karısını sevindirmesini tavsiye eder. Bebeğin adı şeytan ismini çağrıştıran Damien’dir. Adam teklifi kabul eder. Çocuk beş yaşına basınca esrarengiz olaylar başlar. Elçi karısı ölünce durumu araştırmaya başlar. Durum gerçekten çok vahimdir.
80 - Böylece seksenli yıllara geliriz. Fordizm çökmüştür. Reagen ve Theatcher iktidardadır. Özelleştirme furyası yoldadır. Soyyetler için geri sayım başlamıştır.
1980 yılında Stanley Kubrick’in yönetmenliğinde Pırıltı diye tercüme edebileceğimiz The shining filmi yeni bir çığır açar. Bu film birçok eleştirmence son yılların en iyi korku filmi diye nitelenmiştir. Jack Nicholson ve Shelley Duval’in üst düzey oyun sergiledikleri filmin konusu kısaca şöyledir.
Jack Torrance bir yazardır. İşsizdir. Alkol bağımlılığı sorunu vardır. Sakin bir yerde kitap yazmayı arzulamaktadır. Colarado dağlarının arasındaki Overlook otelinde bir iş bulur. Karısı ve beş yaşındaki oğlu ile tek başlarına kışı geçirmek üzere otele giderler. Otelin içine sinmiş kötülükler silsilesi yüklü mazi uyanır ve korkunç olaylar cereyan eder.
Kubrick’in harika kurgusuyla beynimize kazınan filmde bir sahnede 50.000 litre boya kullanarak salonu kan bastığı bir sahne kurulmuştur. Bu benzersiz sahne bir işaret olacak, korku filmlerinde kan dökme sahneleri artacaktır.
Şeytanın Ölüsü (The Evil Dead) , 13. Cuma (Friday the 13th) ve Halloween gibi dizileşen sinema filmlerinde aşırı kan dökme modası devam edilecek, Şeytanın Ölüsü filmi bir çok ülkede yasaklanacaktır. Nightmare in Elm Street’de olduğu gibi on beş, on sekiz yaşlarındaki gençler kurban olmaya başlayacaktır. Korku film yapımcıları seksenlerde kurban yaşını açıkça küçülterek buluğ çağındaki gençlere yönelecektir.
90 - Berlin duvarı yıkıldıktan sonra, Birinci Körfez şavaşı sıralarında yapılan bir film doksanlı yıllara damgasını vurmaya talip oldu ve bunu büyük bir ölçüde başardı. 1991’de gösterime giren Kuzuların Sessizliği (The Silence of the Lambs) adlı film büyük bir sükse yaparak yeni bir çığır açtı. Kan dökmenin yanı sıra yamyamlık. Bu cangılın bir köşesinde yaşayan ilkel! bir kabile tarafından icra edilmiyordu. Sahnede çok zeki, biraz Marki de Sade’ı anımsatan üst düzey Batılı bir entelektüel vardı. Antony Hopkins’in başarıyla canlandırdığı Hannibal Lecter tipi bu on yılda sürekli konuşulup durdu.
Zeki tasarımlarla icra edilen fizik İşkence, modern-dahi yamyamların çekiciliği modası başlamaktaydı. Bu arada seksenlerden devraldığımız buluğ çağındaki yeni yetmelere yönelik şiddet filmleri furyası da son gaz devam etmekteydi.
Çığlık (Scream) 1,2,3, Geçen Yaz Ne Naneler Yediğini Biliyorum (I Know What You Did Last Summer) 1,2,3 Şehir Efsanesi (Urban Legend) , cinsinden filmler epey genç seyirci çekmeyi başardı.
2000 - İkibinlerin ilk on yılında Amerikan filmleri Gidilecek Son Yer (Final destination) 1,2,3,4, Testere (Saw)1-7, Otel (Hostel)1,2,3 Tepelerin Gözleri Var 1,2 (The Hills Have Eyes) cinsinden filmlerle koreografik-facia şeklinde ölüm, ayrıntılı işkence, kan dökme, sahneleri furyasına hız verdiler. Guantanamo hapisanelerini hatırlatan film sahneleriyle doldu taştı yeni dönem korku filmleri.
Türk sineması da bu furyalardan etkilendi ve arka arkaya korku filmleri çekti, ama aynı kan dökücülüğü sergilemedi. İşin daha çok psikolojik yanına yönelen öyküleri tercih etti. Kâbuslar Evi, Büyü, Dabbe, Beyza’nın kadınları, Küçük Kıyamet vb. Bunlar bu türün öncüleri olarak sinema tarihimizde yerini aldı
Bu arada Japonlar devreye bayağı hızlı girdi ve yeni yüzyılda dünya çapında ün yapan filmlerde biz de varız dediler. Halka (The Ring)1,2, Garez (The Grudge)1,2,3, Cevapsız Arama (One Missed Call)1,2 vb. Telefonla ölüm tarihi bildiren, gencecik kurbanlarını başka boyutlara alıp yeryüzünden silen hayaletler kaplamıştı perdeleri. Önceleri sahnelerde neredeyse hiç kan yoktu. Hayaletler cin gibi çarpmaktaydılar kurbanlarını. Sonra onlar da bol bol kan kullanmaya başladılar.
Korku ya da diğer türdeki filmlerde şiddet öğelerinin kullanılmasına karşı değilim. Sadece son yüzyılda iki dünya savaşı yaşadık. Vietnam, Afganistan, Irak ve diğerleri de cabası. Genetiğimiz zalimlerin hırsı, mazlumların ahı bilgisiyle yüklü. Filmlerdeki şiddetin gereksiz yere aşırılaşmasını, çığrından çıkmasını tasvip etmiyorum. Çünkü zihni ve hayalgücünü çalıştırmaktan, eğlendirirken uyarmak ve eğitmekten çok umarsızlık, zalime teslimiyet ve çaresizlik ışıyorlar. Daha da kötüsü bu aşırı şiddet yüklü filmlerin bir işlevi de insanın eşsiz bir yetisi olan TÖHAF’ı yıpratmaya ve yıkmaya yönelik olmasıdır.
Nedir TÖHAF?
Tam Özerk HAyal Film
Tek kişilik bir ekibin planladığı, adım adım gerçekleştirdiği eşsiz filmler için uydurduğum bir terimdir. Yapımcı, yönetmen, oyuncular, stüdyo falan hepsi bir buçuk kilogramlık beynimizin içersindedir. Vücut ağırlığının %2’sini kaplayan beynimiz vücuda giren oksijenin %’ini kullanır, ama bunun karşılığını da verir. Matematik, fizik formüllerini keşfeden, kalp buran müzik besteleri yapan, harika yapıları planlayan bu eşsiz aparat sayısız işlevlerinin yanı sıra bize film çekme imkânı da sunar. Beynimiz glikojen ve oksijenle çalışan dev bir stüdyoya sahiptir. Dünyamızda şu anda çeşitli yetkinliklerde altı küsur milyar şahsi film yapımcısı bulunuyor.
TÖHAF her kaynaktan beslenir. Bir romanı okurken örneğin onu filme çevirir. Bir romandan çekilmiş filmin bizi genellikle hayalkırıklığına uğratması, TÖHAF’ın Allah bilir 20-30 saat uzunluğundaki yapımının o filme benzemesinin mümkün olmamasındandır.
Ağır şiddet, bir yığın klişe görsel efektle yüklü bir film fıtratımızın bunu kaldıramaması nedeniyle de TÖHAF’ı kötürümleştirir. İçimizde derin bir umarsızlık duygusu yaratır. Kendi irademizle dünyayı değiştirme güdümüzün köreldiğini hissederiz. Küresel ölçekte bir zihin kontrol operasyonu ancak TÖHAF’ların kitlesel olarak çökmesiyle mümkün olacaktır. Aşırı şiddet sahneleri ve kalıplaşmış imge bombardımanı içeren, TÖHAF’a iyimser yönde yaratıcı oyun sahası bırakmayan filmler de bilerek ya da bilmeyerek bu amaca hizmet etmektedir.
Bu arada The Fourth Kind, The Blair Witch Project, Lake Mungo ve Paranormal Activity filmleri de son yıllarda ilgi çeken filmler oldular. Bunlar TÖHAF’ı hiçe sayan şiddet filmlerine göre karşı kefede duran yapımlardı. Filmlerde hiçbir garip cisim açıkça gözlenemiyor, kan dökülmüyordu, ama gerilim ve seyircinin dikkati TÖHAF’ın katkısıyla en üst noktada tutulmaktaydı. Öykünün eksik bıraktığı şeyleri TÖHAF tamamlıyordu. Yer yer belgesel havasına bürünen, sıradan insanların deneyimlerini ele alan, gerçeklik duygusunu sürekli kılmaya çalışan yapımlar. Bunlar şiddet furyasından bıkan, midesi kaldırmayan korku filmi severler için sığınak filmler oldular.
Bu yakınlarda ünlü İngiliz evrenbilimci Stephen Hawking’in uzaylıların var olduğunu, Colomb’un Amerika’yı keşfi nedeniyle kızılderililerin katliama uğraması örneğini vererek, ancak onlarla irtibata geçmenin insanlık için son derece tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini söylediğini okuyunca tebessüm ettim. Çok geçti artık.
1974 yılında Porto Riko’daki Arecibo gözlemevinin radyoteleskobunu kullanarak 25 bin ışık yılı öteye mesaj gönderdik. NASA Beatles’ın ‘Across The Universe’ adlı parçasını tüm evrene dinletti. Yine NASA’nın yolladığı dört adet insansız uzay roketi şu anda bir yerlerde yol almakta. Üzerlerinde evrendeki açık adresimiz kazılı plakalar taşımakta. Radyo dalgalarımız uzayın derinliklerini arşınlıyor. Ama benim için en ilginç şey: Sapık, Şeytan, Otel, Halka, Dabbe, Testere cinsinden binlerce filmin televizyon dalgalarıyla şu anda evrenin dört bir yanına yayılıyor olmasıdır.
Kesiksiz barış ve refah ortamınını gerçekleştirmiş medeniyetlerin mensupları bu filmleri izleyince belki de bizden uzak duracaktır. Buna üzülüyorum. Deneyimlerinden çok yararlanabilirdik. Korkum, bu filmleri görünce iştahı kabaracak olan, teknik yönden bizden kat kat üstün Hannibal Lecter’ların bu taraflara gelebilecek olmasıdır.
NOT: Şeytan filmiyle ilgili alıntı.Ünsal Oksay, Çağdaş Fantazya, Der Yayınları
----------------------------------------
*
Matrix filmi üzerine alternatif yorum :2
Neo’suz Matrix’ten Çıkış
Matrix’i kuranlar Neo’yu, ajan Smith’i türettikleri kazandan döktüler. Neo oyunun içinde herkesin içindeki mücadeleci potansiyeli aşan yapısıyla ajan Smith’ten daha işlevsel değildir. Tek farkı daha eğlenceli ve kahraman olarak sunulmasıdır. Keanu’nun canlandırdığı karakter bir misyonun lideri gibi görünen, ama aslında tek kaleli maçın amigosu olmaktan öteye geçmeyen bir kim